
Güneş batıda alçalırken Klostro Laboratuarı’nın taş duvarları yavaş yavaş kızıla boyanıyordu. Laboratuarın iç koridorları duman yüzünden görünmez hale gelmişti, barut ve yanmış metal kokusu bütün mekânı kaplamıştı. Destek Birimi Personeli’nin çizmelerinin ezdiği molozlar ritmik sesler çıkarıyordu. Adam, bir kapının önünde durdu ve eldivenli elinin işaret ile orta parmağını kaldırarak ‘gel’ işareti yapınca eldiven hafif gıcırdadı. İşareti alan öteki DBP temkinli adımlarla kapıya yaklaştı ve kapının önünde tek dizinin üzerine çöküp sırt çantasını indirdi. El yordamıyla sırt çantasını karıştırıp yuvarlak bir alet çıkardı. Aleti kapının kulpunun hemen yanına yapıştırıp üzerindeki bir düğmeye bastı. Aletin üzerindeki yeşil ışıklar teker teker yanarak aletin çevresini dolaştı ve dairesel bir ışık şeridi oluşturdular. İki personel de kapıdan uzaklaştığı sırada ışıklar sürekli yanıp sönüyordu. Onuncu sönüşün sonunda küçük çaplı bir patlama oldu. Patlama o kadar küçüktü ki kapının kilidi dışında hiçbir şeye, hatta kapının kendisine bile, zarar vermemişti.
Kapı açıldığında ortaya çıkan manzara da laboratuarın koridorlarından hiç farklı değildi. İki personel de tedbiri elden bırakmadan içeri girdi. Etrafı daha iyi görebilmek için el fenerlerini tabancalarının altına gelecek şekilde tutuyorlardı. İki fenerin ışığıyla aydınlanan karanlık odada personeller aradıklarını bulmuştu. Personellerden bir tanesi hemen elini kulaklığına götürüp rapor verdi: “Onları bulduk efendin.”
Odanın tam ortasında, yerde yatan üç tane beden vardı. İki bedenin etrafı kan ile çevriliyken bir tanesi mıknatıs yığınlarının üzerinde temiz bir şekilde yatıyordu. Öteki personel o bedenin yanına çömelip iki parmağını bedenin boynuna dayayıp nabız almaya çalıştı. Uzun süre nabzın var olup olmadığından emin olamadı; ama en sonunda çok düşük fakat düzenli atan damarı bulmayı başarmıştı.
“Bu yaşıyor,” dedi.
Diğer DBP ise öteki iki bedende umutsuzca nabız aradıktan sonra kafasını iki yana salladı.
“Dışarı çıkıyoruz.” İki adam cesetleri ve kendinden geçmiş olan diğer bedeni sırayla odadan çıkardı. Daha sonra başka bir grup DBP ile beraber üç bedeni laboratuarın dışına götürdüler. Dışarıda Milli Güvenlik Teşkilatı’na ait bir grup araç park etmişti. Ajanlar ve diğer personeller istedikleri gibi sonuçlanmayan Klostro Operasyonu’nun yorgunluğunu atıyorlardı.
Bedenler yavaşça asfalt zemine yatırıldığında kaldırıma oturmuş, pet şişeden su içen sarışın bir kız ile siyah saçlarının arasına parmaklarını geçirmiş ve başını dizlerine doğru çekmiş olan başka bir kız hemen ayağa fırlayıp o yöne doğru koştu. Sarışın kız ilk bedenin yanına vardığında dizlerinin üzerine çöktü ve bedenin başını dizlerinin üzerine kaldırdı. Kız, etraftaki kimseyi umursamadan ağlamaya başladı. Kızarmış gözleri, burnundan akan sümükleri ile ne kadar çirkin göründüğü önemli değildi. “Reha!” diye feryat etti.
Özde de Nadia’nın yanına gelmiş ve kendi kafasını onun kafasına dayayıp kolunu omzuna dolamıştı. Söyleyeceği hiçbir şeyin Nadia için anlam ifade etmeyeceğini bildiği için sessiz kalmayı tercih etti. Reha, Emre ve onların anneleri hemen önlerinde yatıyordu.
Bir Milli Güvenlik doktorunun araya girmesiyle beraber Nadia ve Özde geri çekilmek zorunda kaldı. Doktor, baygın olarak kurtulmuş olan Emre’ye ilk müdahaleyi yaptıktan sonra onu hemen ilk araçla Ana Bina’ya yollattı. Diğer iki beden için ise artık yapılacak hiçbir şey yoktu.
Aradan bir saat geçtiğinde Emre, Ana Bina’nın hastane bölümünün yoğun bakım ünitesine yatırılmıştı. Kızıl saçlı, küçük burunlu, hafif çekik gözleri doğuştan sürmeli olan bir hemşire Emre’nin koluna bağladığı serumu değiştirdikten sonra odadan çıktı. Emre’nin kalbinin attığını gösteren alet düzenli olarak atıyor olsa da Emre, bir ölüden farksız görünüyordu.
Milli Güvenlik’e ait araçlardan oluşan kortejin arasında kalan, yeşile boyanmış iki cenaze arabası, Reha ve Zeynep’in naaşlarını taşıyordu. Milli Güvenlik, Emre ve Reha’nın babası Berk’in cesedini de aramış ancak bulamamıştı.
En öndeki siyah cip sola dönünce onu takip eden cenaze arabaları ve diğer Milli Güvenlik araçları da onu takip etti. Bir süre daha dar yolda ilerledikten sonra iki tarafı da çınar ağaçlarıyla donanmış bir yola girdiler. Çınar ağaçlarının yüksek dalları yol üzerinde doğal bir gölgelik oluşturuyordu. Ağaçlardan düşen kurumuş yaprakların yol kenarında birikmiş olması, bu yolun çok kullanılmadığının kanıtıydı. Zaten Milli Güvenlik korteji dışında bu yolda hareket eden başka bir araç da yoktu.
Kortej, kanatları iki yana açılmış, üzeri sarmaşıklarla kaplı metal demirlikli kapıdan geçip park etti. Araçların kapıları, acemice yapılmış bir Meksika dalgasını andırır şekilde açıldı. Araçlardan önce makineli tüfek taşıyan Destek Birimi Personelleri ardından da daha yüksek rütbede olan Milli Güvenlik ajanları indi. Bu geldikleri arazi, Milli Güvenlik Teşkilatı’na ait bir mezarlıktı ve Yazır Üçok’un sahte cenazesi de bir süre önce buraya gömülmüştü.
Zeynep’in ve Reha’nın tabutları Destek Birimi Personellerinin omuzlarında araçlardan indirildi ve daha önceden kazılmış olan mezarların başına getirildi. Kefene sarılmış bedenler tabutlardan alınıp çukurlara yerleştirilirken törende bulunan bütün herkesi derin bir sessizlik kaplamıştı. Sarı saçları artık omuzlarından aşağıya sarkacak kadar uzamış olan Duygu Toprak, Zeynep’in mezarının başına gelip avucunda tuttuğu, altın rengi bir kalkanın üzerine çapraz yapılmış iki kılıç ve bir yıldızdan oluşan Kolener rozetini Zeynep’in kefeninin üzerine özenle yerleştirdi. Reha’nın kefeninin üzerine ise roma rakamıyla iki yazan sınıf rozetini yerleştirmişlerdi. Mezarlar toprak ile kapatılırken Zeynep için Kolener olduğundan dört el tüfek, Reha için ise ikinci sınıf öğrencisi olduğundan iki el tabanca atışı yapıldı.
Mezarlın üzeri tamamen toprakla kapatıldığında bir el daha silah sesi duyuldu. Bu ses bütün ajanların ve Destek Birimi Personellerinin ellerinin silahlarına gitmesine neden oldu. Çünkü bu silah atışı planlanmış bir şey değildi ve ses mezarların uzak ucunda kalan ormanlık kısımdan gelmişti. İkinci ateş sesi duyulup mermi, mezar taşlarından birini sıyırınca törendeki herkes kendilerine siper alacak bir yerler bulup çömelmişti.
“Bize de silah verin,” dedi Özde, Nadia ile beraber Duygu’nun yanında bir mezar taşının arkasına saklanmışlardı.
Duygu kısa bir süre Özde’yi gözleriyle tarttıktan sonra “Kaya,” diye fısıldadı. Kaya dönüp bakınca Duygu Toprak gözüyle bir işaret yaptı ve adam belindeki tabancayı çıkarıp Özde’ye verdi. Bir başka DBP ise kendi silahını Nadia’ya vermişti. DBPler makineli tüfek de kullandıkları için tabancalarını yedek silah olarak kullanıyorlardı, o nedenle de tabancalarından feragat etmek onlar için büyük bir eksiklik değildi.
“Kaç kişiler görebildiniz mi?” Kolener rütbesindeki Atakan Akçay da kızların yanına gelmişti.
“Dört farklı yerden ateş edildiği tespit edilmiş, efendim,” diye açıklayan Kaya oldu.
“O zaman şu anda sayımız onlarla mücadele etmeye yetecek seviyede. Ama daimi tedbirli olun, gerekirse destek isteyin.” Atakan, yaklaşık yüz metre ilerideki çalılardan birinin kıpırdadığını görünce kafasını ileri uzattı ve o yöne bir el ateş etti. Merminin isabet ettiği beden çalıların arasından, bedeninin yarısı gözükecek şekilde öne düşmüştü.
“İyi atış,” dedi Özde.
“Teşekkürler. Çatışma sırasında psikolojinizin yüksek olması gerektiğini umarım size öğretmişlerdir.”
“Biri Psiko- mu dedi? Benden mi bahsediyordunuz?” Şimdi Tayfun Duran da onların yanına gelmişti. “Sayılarının az olduğu sizin de dikkatinizi çekti mi?”
“Evet,” diyerek cevaplayan Duygu olmuştu. “Sanırım bizi oyalamak üzere gönderilmiş birkaç öncü, asıl hedefleri –”
“Ana Bina!” dedi dördü birden.
“Hemen Ana Bina ile irtibata geçin.” Atakan emirler yağdırmaya başlamıştı. Sahadaki en yüksek rütbeli kişi Egemen Bülent Bakan olmasına rağmen, saha tecrübesi en yüksek kişi şüphesiz Atakan’dı.
Emir ve iletişim zinciri devam ederken diğer yanda da çatışma sürüyordu. Destek Birimi Personellerinden biri omzundan yaralanmış bir diğeri ise mezar taşından seken mermer tozlarının gözüne kaçması yüzünden kısa süre etkisiz kalmıştı.
“Ben yaklaşmaya çalışacağım.” Tayfun’un bu sözleri havada asılı kalmıştı. Duydu, Atakan, Özde ve Nadia Tayfun’u duyamayacak kadar çatışmaya odaklanmıştı. Tayfun, mezarları kendine siper alarak saldırganlara doğru yaklaşmaya başladı.
“Tayfun nerede?” Tayfun’un yokluğunu ilk fark eden Atakan oldu.
Duygu “Bilmiyorum,” diye cevap verirken Özde eliyle Tayfun’u gösterdi. Adam şimdi otların arasında sürünüyordu.
“Ne yaptığını sanıyor bu?”
Tayfun sürünerek ilerlemeye devam ederken saldırganlardan bir tanesi ellerini başının üzerine koyup öne çıkmıştı. “ATEŞ ETMEYİN! ATEŞ ETMEYİN!” diye bağırıyordu. Bu adamın esir alınması gerektiğini bilen bütün ajanlar ve DBPler silahlarını yere bakacak şekilde çevirmişlerdi; ama herhangi bir aksilik durumunda da elleri tetikte bekliyorlardı.
Saldırgan yavaş adımlarla yaklaşmayı sürdürdü. Ellerini önce iki yana açtı, daha sonra adımlarıyla aynı yavaşlıkta sağ elini giydiği polar montun fermuarına götürdü. Fermuarı da yavaşça açtığında Destek Birimi Personellerinden biri bağırdı: “BOMBA!”
O anda her şey beş kalp atımı kadar zamanda gerçekleşmişti. Adam elini bombanın tetikleyicisine götürdü, Tayfun sürünerek adamın yanına kadar gelip adamı yere çekti. Adam yere düşerken Destek Birimi Personellerinden birinin attığı mermi adamın tam kafasına isabet etti.
Tayfun, kollarında can veren saldırganı yere bırakıp ayağa kalktı ve ellerini havaya kaldırdı. “TAMAM, Sakin!” diye bağırdı.
Mezarlık araması sonucunda altı saldırgan ölü olarak ele geçirilmişti. Milli Güvenlik safında ise iki yaralı DBP dışında hiçbir kayıp yoktu. Ama Ana Bina ile de iletişim tamamen kesilmişti ve hiçbir haber alınamıyordu.
“Herkes araçlara, Ana Bina’ya gidiyoruz.” Atakan’ın sesi mezarlıkta bir kez daha yankılandı.